Mürveri kaleme almam biraz da şifasından kaynaklı. Antik dönemde şifasıyla ilgili yazılanlar varsa da insanların bu yöndeki kullanımlarının tarih-i evvelde başlamış olması çok mümkün. Kuzey Amerika yerlilerinde olduğu gibi pek çok arkaik kültürde benzer yönelimlere rastlamak şaşırtıcı olmaz. Anadolu coğrafyasında da yerelde şifa maksatlı kullanımları var.
Son zamanlardaysa ismi sürekli anılmış, birden, aniden meşhur olmuş. Sanki daha önce yokmuş gibi. Keşfetmeyi geçtim, sanki icat edilmiş gibi. Salgına karşı mucize bitkiymiş, bin bir derde şifalıymış, öyleymiş, böyleymiş. Daha öncesinde de, yani ara ara, genellikle medyatik şifa tellalleri vasıtası ile gündeme oturan, dillerde dolaşan mucize bitkiler oldu. Ekinezyadan tutun da sarı kantorona, oradan devedikenine veya kara turpa. Efendim, şimdi “kirli kanı temizleyen mucize bitki bulundu: Hindiba” Kayıp mıydı da bulundu?
Her şey gibi böyle birden yükselen, dillere dolanan bitkileri de çok geçmeden atıyoruz bir kenera; unutuyoruz, neredeyse aynı hızla.
Mürvere gelelim yine. Mürver şifalı mıdır? Evet, hem de çok. Mucize midir? Hayatın her formu bir mucize değil midir? Söylemek istediğim şu aslında: Şifa, yalnızca bir bitkiden beklendiğinde çoğunlukla hayal kırıklığı yaratabilir ve bu o bitkinin şifasının yeterli olmadığıyla değil, daha çok bizim şifayı yeterince anlamamamızla ilgilidir diye düşünüyorum nacizane.
Şifa, yaşam biçimimizden beslenme biçimimize, psikolojik durumumuzdan soluduğumuz havaya, hatta bu havayı ne şekilde soluduğumuza, içtiğimiz suya, bedenimizi nasıl kullandığımıza kadar değişen türlü etkenlerin toplamı. Tüm bu etkenlerde ve yazmadığım daha fazla etkende yapacağımız değişiklikler tabii ki bitkilerden gelen şifaya açtığımız kapıların aralığını da belirler.
***
Ve mürvere gelelim yine. Güzel mürver, doğasından gelen pek çok etken maddeyle, evet, bir şifa kaynağıdır. Mürverin şifasıyla ilgili yazılan, derlenen, arkası sağlam pek çok bilgi-belge var. Bir de tekrar edip durmasına rağmen destekten yoksun çok daha fazla söylenti var. Ev yapımı şifa tariflerini araştırmak istediğimizde öyle tarifler çıkıyor ki şaşırıp kalıyorum doğrusu. Yapraklarıyla hazırlanan ancak herhangi bir uyarısı olmayan tarifler var mesela. Oysa, yaprakların, kabukların, köklerin, yeşil dalların ve hatta çiçek saplarıyla meyve tohumlarının içindeki bazı maddeler istenmeyen sonuçlara, hafif zehirlenmelere, uzuan vadeli kullanımlarında ise daha başka sorunlara yol açabilir. Yine de “Çiçekleri ve meyveleri kullanılabilir, diğer kısımları zehirlidir, kullanılamaz” gibi kestirip atmaları da doğru bulmuyorum. Uyarı yapılması gerektiği halde yapılmamasıyla, açılması gereken bir bilgi olduğu halde açılmaması, benim için ikisi de aynı yerde duruyor ve rahatsızlık veriyor.
İşin aslı şu: Mürverin, yani kara mürverin, yani Sambucus nigra’nın çiçekleri ve “olgun” meyveleri hem mutfak, hem de şifa amaçlı kullanılabilir. Ama, çiçek sapları ve olgun da olsa meyve içindeki tohumlar az miktar, yapraklar, özellikle yeşil dallar ve kökler daha yoğun miktarlarda siyanojenik glikozid sambunigrin barındırır ve bilindiği kadarıyla tüm memelilerde zararlıdır. Kabukları ise bol miktarda kalsiyum oksalat kristali içerir ki en sık rastlanan böbrek taşlarının hammaddesidir; ama, mürver kabuğu yemeyi kim alışkanlık haline getirir ki?
Bitkinin farklı kısımlarında bulunan maddeleri de yeri gelmişken vermekte fayda var:
Çiçekler: Aromatik yağ, fenolik maddeler (asitler, flavonoitler, tanenler), glikozitler (siyanojenik, rutin), organik asitler, steroller içeriyor.
Yaprak: Aromatik yağ, fenolik maddeler (asitler, flavonoitler), glikozitler (siyanojenik), steroller, triterpenler içeriyor.
Meyve: Antosiyanlar, aromatik yağ, meyve asitleri, organik asitler, pektin, tanenler ve vitaminler içeriyor.
Sürgün ve köklerde de yukarıda sayılan aynı maddelerin bir kısmı veya tamamı farklı oranlarda bulunuyor. Ek olarak daha başka ilave maddeler de var ama genel hatlarıyla bilimsel olmayan bu yazıya yukarıdakiler dahi fazla.
***
Kısa bir konu özeti veya ana fikir geçer isek: Çiçek ve olgun meyveler haricindeki yerlerini özellikle de dahilen kullanmak için kesinlikle bilgi sahibi olunmalı, uygun dozlar doğru kaynaklardan öğrenilmeli ve amaca yönelik tariflerle hazırlanmalı. Teknik donanıma ve yeterli bilgiye sahip değil isek bu kısımlardan uzak durmak daha hayırlı gibi görünüyor.
Yukarıdaki iki paragraf yapılması gereken uyarılarla ilgiliydi veya bir tür sorumluluk örneği. Kanımca mürverin şifasından bahsedilen hemen her yerde bir ek paket olarak bu uyarıların da gelmesi doğru olur. Şimdi bir de diğer tarafa, yani yalnızca “zehirlidir, uzak durun!” tarafına, kestirip atmalara bakalım biraz.
İlk olarak, böyle bir yaklaşım, bitkinin türlü kısımları hakkında şifasına yönelik yazılmış olan büyük bir zenginliği yok saymak olur. Alman bir doktor olan Dr. Martin Blockwich’in 1600’lü yılların ilk çeyreğinde yazmış olduğu Die Anatomie des Holunder (Mürverin Anatomisi) isimli kitap yaklaşık 230 sayfa hacminde. Kitapta mürverin çiçek, meyve, yaprak, kabuk, kök gibi kısımları hakkında pek çok bilgi ve kullanılan yöntemler var ve yetmiş civarındaki hastalık için bilgiler içeriyor. Bu hacimde olmasa da daha pek çok çalışma var. Günümüzde ise mürvere yönelik çalışmalar laboratuvar analizleriyle oldukça zenginleşmiş durumda. Evet, sanıyorum bu durumda, çiçek ve olgun meyveler haricindeki kısımları “zehirlidir” diyerek geçemeyiz. Kocaman bir “ama” ekleyerek arkasına getireceğimiz çok şey var.
Biliyoruz ki “şifa” -burada bitkilerden gelen şifayı kastediyorum- yalnızca bol bol ve rahat rahat yiyebileceğimiz veya suyunu içebileceğimiz bitkilerden gelebileceği gibi kullanırken dozlarına, hangi kısımlarını kullandığımıza, hangi süre boyunca kullandığımıza, hangi usüllerle hazırlayarak kullanacağımıza çok dikkat etmemiz gereken bitkilerden de gelir. Ama bu tür maddelerle çalışmak her zaman dikkatli olmayı, bilimsel literatür araştırmalarını gerektiriyor ki kimi bitkiler için ise yalnızca ve yalnızca işi uzmanlarına bırakmayı.
Öte yandan, atalarımızın mürverle olan ilişkisini bilmiyoruz. On beş yirmi bin yıl öncesine ait yerleşkelerden elde edilen mürver kullanımına yönelik kanıtlar var ama nasıl kullandıklarını bilmiyoruz. Çok daha öncesindeki, yani yüzbilerce yıl öncesindeki atalarımızın da mürveri nasıl kullandığını bilmiyoruz; içgüdüsel olarak şifa amacıyla az miktarda meyveyi çiğ yemiş olup olmadıklarını bilmiyoruz veya herhangi bir nedenden dolayı zehirlendiklerinde yine içgüdüsel olarak mürver yaprağı veya dallarını kemirip istifra etmiş ve rahatlamış olup olmadıklarını da bilmiyoruz. Mürver yaprağının bulantı ve kusmaya neden olmasını doğru kullanarak tehlikeli bir zehirlenmeyi bertaraf etmiş de olabilirler ki böylece “zehirli” yaprak “şifalı” olur. Bu arada içgüdüye belki iç bilgi veya doğa ile kopmamış bir lisanın bilgisi olarak da bakılabilir ve bu bakış bizi yerli halklara, şamanlara getirir ki bu konuda az da olsa bildiğimiz bir şeyler var; bildiğimiz ve anlamadığımız da denilebilir.
Mürver, kullanılması önerilen çiçek ve olgun meyveleri ile bunların dışındaki kısımlarının yine şifa amacıyla, üstelik bahsedilen bilimsel literatür ve teknik donanıma sahip olmayan yerli halklarca kullanılmış ve halen de kullanılıyor. Ama, bitkilerle derin bağları olan şifacıların “bilgi”si bugünkü analitik zihnimizle kavrayabileceğimiz bakıştan çok daha farklısına ihtiyaç duyar. Şamanların bilgisini yok saymak yerine artık unuttuğumuz ve anlayamadığımız bir lisana sahip olduklarını düşünmek bana daha doğru geliyor. Doğayla konuştukları kadim bir lisan. Aslında onlar yalnızca bitkilerin maddesel şifasını kullanmıyor-du; bitkilerin ve şamanın ortaklaşa ilettikleri manevi bir şifadan bahsetmek mümkün. “Ama nasıl?” dediğimiz anda işte şimdi olduğu gibi analitik zihnimiz bölmeye, çarpmaya başladı; maalesef bu problemin anlaşılır bir çözümü yok. Anlaşılmayı beklemeyen bir çözümü ise pek ala olabilir.
Köklerimizden uzaklaşarak yine zehir-doz-şifa üçgenine gelelim. 1500’lü yıllarda İstanbul’a gelen bir coğrafyacı olan Petrus Gyllius’un İstanbul’un coğrafyasını anlattığı kitabını okuduğumda aklımda kalan bir cümlesi oldu; şifadan bahsediyordu ve Latince “şifa” ile “zehir”in aynı kökten geldiğini yazıyordu ve önemli olanın, yani ikisini ayıran şeyin dozdan başka bir şey olmadığını anlatıyordu.
“Zehir” sözcüğünün insan sağlığına zararlı olan tüm maddeleri kapsıyor olması bir dert aslında, anlaşılabilirliğin çok üzerinde bir genişliği var; bunu bir köşede tutarak devam ediyorum. Gyllius’un bu tehlikeli savı, zaman zaman doğrulanıyor; doz meselesine ek olarak kimi zehirli etken maddelerin izole edilmesi, farklı bir yapıya bağlanması ve ham halinden değişiklik göstermesi gibi yöntemleri de anmak gerek. Bir tutam yaprağı hayati riske sahip olan porsuk ağacından kanser tedavisinde yararlanılması gibi veya yıllar önce bir Türk doktorun zehirli bir bitki olan zakkumdan aynı amaçla bir ilaç formülize etmesi gibi. Ve işte o yıllarda Ege’nin bir köyünde, halk, dere boylarına koşturup zakkum toplamış ve kaynatıp içmişti. Hastaneden dönemeyen pek çok kişi olmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Niye, niye, niye, yükselemedi Güneş solda, güneye giderken?
Bu durumda zararlı veya zehirli maddeler söz konusuysa zehirlidir diyerek kestirip atmak mı doğru? Benim için öyle değilse de halk sağlığı söz konusu olduğunda tartışılır pek ala.
Biz ne yapıyoruz? Yani şifa amacıyla mürveri niye ve nasıl kullanıyoruz? Önce niye sorusuna bir cevap veriyorum. Mürverin ilgimi çeken şifalı yanlarından akciğerle ilgili olanı biraz önde duruyor. Hem Anadolu’da, hem daha başka coğrafyaların geleneksel tıbbında ve hem de laboratuvarlı, deneyli, bilimsel araştırmalarda aynı noktada bir kesişme veya paralellik var. Nefes darlığı, öksürük, bronşit, astım gibi hastalıklar söz konusu olduğunda mürverin de adı geçer.
Bağışıklık güçlendirici yönü ve virüs saldırılarındaki rolü de ilgimi çeken diğer yanları. Daha başka şifalı yanları da var ama burada yapmak istediğim mürverin şifasıyla ilgili derli toplu bir mürver araştırması oluşturmak değil, mürveri kendi penceremden seyretmek ve gördüklerimi paylaşmak. Bu nedenle, yeri gelmiş iken, baştan sona eksiklerle dolu veya daldan dala konan bir yazıyı okuduğunuzu da hatırlatmak isterim.
Sıra geldi mürveri nasıl kullandığımıza. Ama, hemen önce ne kadar kullanmak gerektiğiyle de ilgili bir şeyler söylemek iyi olur. Yeteri kadar demek tabii ki politik bir yuvarlama olur ama söylemek istediğim şey abartıya kaçmamak gerektiği. Nihayetinde su zehirlenmesi diye de bir şey var. Su, bildiğimiz su, vücudumuzun atabileceğinden fazlasını kısa sürede içtiğimizde elektrolit dengemizin bozulmasıyla beyin faaliyetlerine etki eden riskli bir durum. Hayatın temeli olan su kararsızca alındığında hayatı riske atabiliyor.
Mürver tentürü ise tabii ki damlalarla ölçtüğümüz ölçeklerde kullanılıyor; içerik konsantresine göre değişebilmekle beraber kendi adıma aşağıdaki tarife göre hazırladığım tentürden günde ortalama 40-60 damla alıyorum, yani yaklaşık bir veya bir buçuk tatlı kaşığı, bazen biraz daha fazla ama sürekli değil, vücudumun yorgun olduğu veya hasta olacakmış gibi hissettiğim zamanlarda, belki bir hafta, belki on gün boyunca. Devam etsem ne olur? Uzun süreli kullanımlarda potasyum düşüklüğü olabileceği bilgisi ile henüz kanıtlanmamış olsa da sitokin salınımı sendromuna yol açabileceği üzerine hipotezler var. Hiç bir şey olmayacağını varsaysak bile tıbbi özellikte hiç bir şeyi sürekli almamaya özen gösteriyorum. Bir keçinin farklı mevsimlerde çıkan otları doğal olarak kısa süreli dişlemesi gibi, kullandığım her tentürü bir süreliğine kullanıyorum. Yukarıda verdiğim doz ise ortalama bir değer yalnızca. Örnek oluşturmak maksadıyla verdiğim bir ölçü değil.
Anlaşılacağı üzere sık kullandığımız yöntemlerden biri “tentür”, yani bitkilerin genellikle etanol (uygun dereceye getirilmiş) içerisinde birkaç hafta veya daha fazla bekletilmesiyle elde edilen ilaç. Kullandığımız diğer bir yöntem: Çay, yani genellikle kurutulmuş bitkilerin sıcak suda demlenmesiyle hazırlanan içecek. Bu iki yöntem evde en sık kullandıklarımız.
Bitkilerle daha başka şifa tarifleri varsa da (Şurup, banyo, kompres, lapa, merhem vb.) şimdilik bu iki usul iş görüyor. Zaman içerisinde farklı yöntemlere de ağırlık verebiliriz ama yine de işin temelinde çay ve tentür olacak gibi geliyor bana. Çaylar her an ve kısa bir zamanda, kolaylıkla hazırlanabilmesiyle tercih ettiğimiz bir demirbaş yöntem iken tentür de bir bitkinin içerisindeki tıbbi cevheri olabildiğince ortaya çıkarması ve uygun koşullarda rahatça, üstelik de uzunca bir süre saklanabilmesiyle tercih sebebimiz oldu. Tentür yerine iksir desem daha mı iyi olur acaba? Evet, iksir, “mürver iksiri!”.
Bu usülleri mürver özelinde tarif etmeye geldi sıra; bu konuda pek çok tarif varsa da nihayetinde herkes -dikkat edilmesi gereken çerçeveler içerisinde- kendine göre bir yol tutturuyor. Bu işlerle ilgili hazır bilgiler vermek zor. Diğer yandan farklı kaynakları taramak, araştırmak ve denemeler yapmak başlı başına faydalı, eğlenceli bir süreç. Çağımızın haplardan oluşan bilgilerini almaya alıştırılmış bir toplum olduk ve sanki hiç bir şeye zamanımız yokmuş gibi koşullandık ama bu bir illüzyon. Bunu fark ettiğimizde büyü bozuluyor. Kirletilmiş ve bulanık bir gölde bize atılanları yüzeyden toplamak yerine berrak bir su içerisine dalarak aradıklarımıza, bize uygun olanlara odaklanmak ve daha da fazlasıyla yüzeye çıkmak, derin bir nefes almak.
O halde tek tarif olmadığını vurgulayarak basit bir tarifi paylaşabilirim: Saplarından ayrılmış çiçekler veya olgun meyveler, fark etmez, yarayışlı etken maddeler pek çok ortaklıkla beraber her iki durumda da var. Çiçeklerden devam ediyoruz. Taze çiçekleri toplayarak karşımıza alıyoruz:
İlk iş çiçekleri çiçek saplarından ayırmak:
Saplarından ayrılmış çiçekleri tartarak devam…
…ve bu ağırlığın beş katı kadar 45 dereceye seyreltilmiş etanol hazırlıyoruz. Gıda amaçlı bitkisel etanol (etil alkol) ticari ambalajında genellikle 96 derece oluyor. Derecesini istenen miktara getirmek için kullanılan cetveller var; N. Tanrıkulu’nun Tıbbi Bitkileri Doğru Kullanma Rehberi’ndeki cetveli kullanıyoz ancak distile su yerine dağdan gelen suyumuzu kaynatıp soğutuyor ve bu suyu kullanıyoruz. Distile suyla tabii ki aynı şey değil ama dağın suyunu içerisindeki mineral yapısıyla birlikte damıtılmış suyun nötr oluşuna tercih ediyoruz.
Bu işerle uğraşmak istemeyenler için votka da iş görür; 40 derece de gayet yeterli ancak hazırlanan tentürün, yani iksirin ücreti daha fazla olacaktır bu durumda.
Hazırlanan karışım, uygun hacimdeki kavanoza bir miktar az gelirse az gelsin, önemli değil, fazla gelirse de bir küçük kavanoz daha eklersiniz olur biter. Ağzına kadar doldurmak yerine iki üç parmak boşluk kalması iyi olur çalkalama kolaylığı açısından.
Ağzını kapatıyoruz ve çalkalıyoruz. Serin ve karanlık bir yere koyuyoruz ama her gün ve mümkünse birkaç kez çalkalayacağımızı da unutmayarak. Kavanozun üzerine yapıştıracağımız etikete bunun içerisinde ne olduğunu, bitki(Drog)-alkol oranını, alkol derecesini, ne zaman doldurulduğunu ve ne zaman süzüleceğini de yazmak önemli. Unutmam diyebiliriz ama yine de unuturuz, böyle olur genellikle.
Yukarıda “önemli” dediğim halde etikette süzme tarihi yok, niye, çünkü gerek duymadım ama yazılsa daha iyi. Süzme tarihi demişken, en az bir ay tutuyor ve bir ay boyunca çalkalıyoruz. Biraz daha kalmasının hiç bir sakıncası yok, kalsın, bir buçuk ay da kalabilir hatta biraz daha da fazla. Ama, biz bir ay olduğunda süzme işlemine geçiyoruz genellikle. Önce ince delikli herhangi bir süzgeçle, arkasından da birkaç kat temiz tülbentle süzüyoruz ve amber rengi ilaç şişelerine dolduruyoruz. Üzerlerine de yine bir etiket yapışıyor. İçerik bilgisi veya isim, drog-alkol oranı ve alkol derecesinin yazıldığı bu etiketle işlem tamam. Aşağıdaki şişenin şu an içi boş; sırf buraya eklemek için etiketini hazırlayarak ve bir de şurup için topladığımız çiçekleri güzel olsun diye kadraja alarak çektiğim bir fotoğraf. Bir ay sonra yukarıdaki kavanozdan süzülen iksirle dolmuş olacak. Şifa olsun mürver iksiri.
-ARKASI YARIN KUŞAĞI SONA ERDİ-